13 Aralık 2010 Pazartesi

Oliver Sacks: What hallucination reveals about our minds

otomatik

otomatik otomatik.
herşey otomatik.
kapı da otomatik,
kapının adı da otomatik.

life and everything, maybe.

"everything is more complicated than you think. you only see a tenth of what is true. there are a million little strings attached to every choice you make; you can destroy your life every time you choose. but maybe you won't know for twenty years. and you'll never ever trace it to its source. and you only get one chance to play it out. just try and figure out your own divorce. and they say there is no fate, but there is: it's what you create. even though the world goes on for eons and eons, you are here for a fraction of a fraction of a second. most of your time is spent being dead or not yet born. but while alive, you wait in vain, wasting years, for a phone call or a letter or a look from someone or something to make it all right. and it never comes or it seems to but doesn't really. and so you spend your time in vague regret or vaguer hope for something good to come along. something to make you feel connected, to make you feel whole, to make you feel loved. and the truth is i'm so angry and the truth is i'm so fucking sad, and the truth is i've been so fucking hurt for so fucking long and for just as long have been pretending i'm ok, just to get along, just for, i don't know why, maybe because no one wants to hear about my misery, because they have their own, and their own is too overwhelming to allow them to listen to or care about mine. well, fuck everybody.
amen."

('synecdoche, new york' filminden)

20 Kasım 2010 Cumartesi

16 Kasım 2010 Salı

Elif'in odasında eşyalar hala aynı yerde duruyor.
Elif'in odası hala aynı kokuyor.
Geçen senelerden çok farklı şeyler konuşsak da hala aynı şekilde anlıyoruz birbirimizi.
Sadece;
Sokağa çıktığımda ayaklarım nerede yürüdüğünü fark etmiyor.
Gözlerim sanki dün gördüğü şeylere bakıyormuş gibi bakıyor.
İnsanlar ve arabalar daha yavaş, tek fark bu gibi.
Belki de değil.
Bilmiyorum.
Artık ayırt edemiyorum.

20 Ekim 2010 Çarşamba

18 Ekim 2010 Pazartesi

18 Eylül 2010 Cumartesi

bazen

o kadar çok arkadaşım oluyorsun ki sokakta gördüğüm yakışıklı çocuğun bana nasıl gülümsediğini sana anlatasım geliyor.

6 Nisan 2010 Salı

TELEBANT

@Peyote, 7 Nisan Çarşamba.

22 Mart 2010 Pazartesi

Geçen gece bir türlü uyku tutmadı da aklıma geldi; seneler önce annemle babam bazı kitaplarını çevredekilere vereceklerdi. Hepsini kapının önüne yığmışlardı. Ben de öyle bir bakayım derken, başlığını hatırlamıyorum ama uyuyamayanlar için yazılmış bir kitap gözüme çarpmıştı. 100 sayfalık bu kitabı açtığımda, 100 sayfasında da çitten atlayan bir koyun olduğunu görmüştüm. Babam acaba ne düşünerek bu kitabı aldı hiç bilmiyorum ama bunu yazan adamın kafasını merak ettim valla. Hadi babamı da yazarı da geçtim, peki bu kitabı yayımlamayı kabul edene ne demeli? Hepsi resmen dalga geçmişler bizle. Ama baya da eğlenmişler gerçekten, helal olsun.

11 Mart 2010 Perşembe

2 Mart 2010 Salı

God gave me one warm heart
and It gave to her a tough one.
He liked mine first,
until he got bored playing with it.
and when he realized that
he couldn't break hers
he fell in love with her
and left me alone.

6 Şubat 2010 Cumartesi

HIGH

Burnum oksijenden yanıyor, neredeyse doğumumdaki gibi ağlıcam.

31 Ocak 2010 Pazar

www.somewherebetweenlife.blogspot.com

Gördüklerimizi, okuduklarımızı, izlediklerimizi, dinlediklerimizi ve yarattıklarımızı paylaştığımız 3 kişilik blogumuz.
Bekleriz.

28 Ocak 2010 Perşembe

Televizyon programları üzerinden toplumun sosyal eleştirisini ya da analizini yapma klişesine girmek üzereyim.
İki farklı kanalda yayınlanan (benim bildiğim kadarıyla) evlilik programlarını izledim.
Normalde kızlarını erkeklerle aynı ortama girmekten men eden, namusu herşeyin üstünde tutan anneler ve babalar, kendi elleriyle kızlarını bu programa getiriyorlar. Mahalledeki çocuktan, komşunun oğlundan sürekli şüphe duyan bu insanlar, televizyon tabiriyle "70 milyonun karşısına" kızlarını koyup, neredeyse onları bir vitrine oturtup, münasip bir kısmet beklemekten hiç bir şekilde çekinmiyorlar. Belirlenen kriterler çoğunlukla değişiyor; ama ortalama olarak iyi bir iş ve gelir sahibi olması herşeyin önünde geliyor. Aslına bakılırsa, görücü usulünün çok çok modernleşmiş durumu olarak tanımlayabiliriz belki de bu şovları. Çünkü tıpkı görücü usulünde olduğu gibi, taraflar birbirlerini tanımadan, bir kaç kelime ve görüntüyle değerlendirerek evlenme kararı verebiliyorlar. Bunların arasında en enteresanları ise, bana göre, daha önce mutsuz evlilik yaşayan insanların bu programları seçiyor olması. Mutsuz bir evlilik yaşamış insanların, evliliği bir kez daha düşünmeleri zaten cesaret isterken, bunu bir de resmen kör gözlerle yapmaya çalışmaları oldukça şaşırtıcı. Kadının kendi kendini ezmesi ise, hem programı sunan kadınların, hem de programa evlenme amaçlı gelen kadınların, daha önce evlilik yaşamış olmaları durumunda, bunun karşı taraf ve ailesi için sorun oluşturup oluşturmayacağını hal hatır sorarcasına doğal bir şekilde sorabilmelerinde ortaya çıkıyor ve beni bir kadın olarak bu çok kızdırıyor. İnsanın bunda kabullenilmeyecek ne var diyesi geliyor, ama bacak arasındaki bekaretin "kutsallığı" düşünüldüğünde bu soru bile anlamsız kalabiliyor. Üstelik bu kutsallığın evlilik içinde bozulmuş olması bile hiç önemli değil, herkesde bir ilk olma arzusu mevcut zira.
Diğer bir "üzücü" konu ise toplumdaki sosyalleşme ortamlarının, daha doğrusu imkanlarının ne kadar az ve kısıtlı olduğunu bu programların ortaya koyması. Normal hayatta, birbirine merhaba demekten, sadece bir kafa hareketiyle dahi olsa selam vermekten çekinen, utanan hatta korkan insanlar, programda gördükleri insanlarla tanışmak ve evlenmek için doğrudan telefonla programa bağlanıp çatır çatır konuşabiliyorlar. Çünkü programda amaç belli ayrıca arada bir de aracı var. Kadınlarla erkeklerin birbirleriyle konuşmalarının, görüşmelerinin oldukça kısıtlandığı toplumumuzda -özellikle katılan kişilerin yetiştikleri ortam da düşünüldüğünde- insanların bir anda rahatlaması, konuşmaya başladıktan 2 dakika sonra ne iş yaptığını hatta aylık gelirini sormaya başlaması çok garip geliyor bana doğrusu. Rol yapılıyor, ama nerede emin değilim. Acaba insanlar gerçekten bu kadar rahat ve "sıcakkanlı" mı, yoksa öyleymişçesine mi davranıyorlar "ekranda"?
Eminim bunların dışında daha fazla keşfedilecek bir sürü şey vardır bu programlarda, benim aklıma takılanlar bunlar. Evlenmek için insanların bu tür şeylere ihtiyaç duyması ne kadar üzücü ve bazılarımız için alay konusu olsa da, bu programlar, bu şekilde çocuk yetiştirmeye alışkın toplumlar için neredeyse kaçınılmaz bir ihtiyaç haline geliyorlar.

19 Ocak 2010 Salı

"ruh halimiz"

“Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar da Anadoluluyum.
Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip, geleceğimi Batı denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim.Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu.
Ülkem Sivas için ağlarken, ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken, boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim.Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hala da ödüyorum.
Ama artık...Benim tek isteğim, canım Türkiyeli arkadaşlarımla, ortak geçmişimi alabildiğine ve etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek. Bunu bir gün tüm Türklerle Ermenilerin de kendi aralarında konuşabileceklerine yürekten inanıyorum. Özellikle de, Türkiye ile Ermenistan’ın kendi aralarında da her bir şeyi rahatça konuşabilecekleri ve düzeltebilecekleri, ve onlar konuşurken, benim ilgisiz üçüncülere dönüp, ‘Size de artık üç nokta düşer’ diyebileceğim günleri iple çekiyorum...Yukarıdaki satırlar.. bendenizin ruh halidir.Arz ederim.”

1 Kasım 2004, Hrant Dink.

17 Ocak 2010 Pazar

Cumartesi akşamı yayınlanan Yetenek Sizsiniz yarışmasına Alman bir çocuk katıldı. Çocuğun babası Türk, annesi Alman ama çocuk Almanya da doğup büyüdüğü için doğal olarak Türkçe bilmiyor, sadece Almanca konuşuyor. Bir de büyük ihtimalle okulda öğretildiği için İngilizce.
Bunu bilen ama bir türlü içine sindiremeyen "jüri üyeleri" bir anda herşeyi bırakıp çocuğun Türkçe bilmemesine takıldılar. Çocuğa önce babasının nereli olduğu soruldu, Türk olduğu öğrenilince de kesinlikle çocuğun da Türk olduğuna karar verdiler. Çocuk anlamadığı halde Türkçe konuşmalar, çocukla ilgili Türkçe şakalar yapmak derken iyice kaptırdılar en sonunda çocuğun babasını çağırdılar. Adamı resmen azarladılar. Ne biçim adamsın sen demedikleri kaldı. Adamı bayağı sorguya çektiler. Neden Türkçe bilmiyormuş, AYIP DEĞİL MİYMİŞ, adam hiç mi rahatsız olmuyormuş. Çocuğa sürekli Türkçe kelime bilip bilmediği, Türk arkadaşlarının olup olmadığı soruldu. Yetenek yarışmasından çıkıldı, kim daha Türk yarışına girildi. Giderken de bir dahaki sefere Türkçe öğrenmiş bir şekilde geri gelmesi EMREDİLDİ.
Yahu "anadili" kadar net bir kelime var mı acaba? ANA-DİLİ. Anneden öğrenilen dil. Anne ALMAN, ülke ALMANYA. Çoğu ailede olduğu gibi anne daha fazla ilgilenmiş çocukla, o da annesinden öğrendiği dili biliyor. Bunu bu kadar gurur meselesi yapmanın anlamı ne?
Bizim ülkemizdeki bu bitmek tükenmek bilmeyen "dil savaşı" nedir?
Herkes Türkçe konuşmalı, sokaklarda başka bir dil duyulmamalı. Ama bir kafede otururken yan masada İngilizce konuşan turistler görülünce hayran hayran dinlenmeli. Türkiyeye herhangi bir nedenle gelen ya da zaten doğduğundan beri Türkiyede yaşayan herkes sadece ve sadece Türkçe konuşmalı.
Noluyor anlamıyorum. Türk dili ölmek üzere mi, kültürümüz mü yozlaşıyor? Bu panik neden?
Neden başka dillere, başka kültürlere hiç tahammül yok?

Empati.
Herkesin ihtiyacı olan ve sorunları çözme gücüne sahip belki de tek şey.
Sadece biraz empati.

13 Ocak 2010 Çarşamba

"Kahraman İnsan" diye isim gördüm bugün. Gerçek.
Anne babadaki beklentinin yüksekliğine, çocuğa yüklenen sorumluluğa bak.
Neticede, Thom Yorke'un adı bile Thomas Edward Yorke.